Em. Kr. Plt. Alb.
TESUD Bakırköy
Date: 05.01.2025

ROAD TO SURVIVAL IN THE KACKAR MOUNTAINS



Yeniden doğuş anları vardır insan hayatında. Pamuk ipliğine bağlı hayatlarımız kıl payı kurtuluşlar yaşarlar kimi zaman. Depremde, selde, yangında, dağda, denizde, ormanda kısacası doğal afetlerde veya  herhangi bir durumda kazazede olmak nasıl anlatılır. Saniyeler, dakikalar, o kadar kıymetlidir ki. Reaksiyon göstermedeki gecikmelerin nice hayatlara mal olacağı  aşikardır. Kimi madencidir yer altında, kimi dağcıdır zirvelerde, kimi balıkçıdır açık denizde, kimi helikopter kullanır dağlarda.

Uçuşumuz İstanbul'da başlar ve Kaçkar Dağları'nın zirvesinde son bulur. Bulur bulmasına da asıl macera ondan sonra başlar.

YOLCULUK HAZIRLIKLARI

Puslu bir nisan sabahı, İstanbul Atatürk Hava Limanı'nda hummalı bir hazırlık vardır. 3 Fransız kayakçı, Fransa da yaşayan genç bir Türk iş adamı, 2 pilot toplam 6 kişi, bütün hazırlıkları bitirdikten sonra, helikopterle Trabzon Uzungöl’e doğru yola çıktık. Fransız kayakçılar Kaçkar Dağları'nda kayak yapılabilecek alanlar için kar yoğunluğunu tespit edecekler. Karadeniz sahiline paralel yerden 1000 feet (300m) yükseklikte Karadeniz’in lacivert denizini, denize kavuşan ırmakları, sahil kasabalarını aşa aşa ilerliyoruz. Yolcuların sesleri geliyor, neşe içinde konuşuyorlar. İlk durağımız Samsun, yakıt ikmalini yaptıktan sonra yola devam ediyoruz. Trabzon’a vardığımızda helikopteri havaalanında bırakıyoruz ve otelimizdeyiz artık. Ertesi günün planlamasını yaptıktan sonra, neler olacağını, neler yaşanacağını bilemeden uyumaya gidiyoruz.

UZUN BİR GÜNÜNÜN SABAHI

Ertesi sabah, Trabzon’dan UZUNGÖL (1100m) için havalandık. 20 dakikalık bir uçuştan sonra Orhan Veli’nin “Gemlik’i geçince denizi göreceksin sakın şaşırma” dediği gibi yağmur ormanları içinde UZUNGÖL’ün kartpostallardaki manzarasını havadan gördük. (Şimdilerde öyle mi acaba) Göl kıyısında otele yakın bir yere inip az sonra yapılacak dağ uçuşu için hazırlıklara başladık. Bütün gereksiz ağırlıkları otele bıraktık. Üç kayakçının kayak takımlarını helikopterin  kızaklarına  bağlayarak sıkıca sabitledik. Yanımızda uydu telefonu ve bölgenin haritaları mevcut.
 
UÇUŞ BAŞLIYOR

Kalkışla beraber döne döne yukarı tırmanmaya başladım. Yanımda helikopterin aynı zamanda teknisyeni ve pilotu Okan var.
Bu arada dağa paralel uçarak hem tırmanış, hem de yer tespiti yapıyoruz. Expertiz kayakçılar yaklaşık 7500 feette(2500m), bir bölgeyi incelemek istedi. Havadan iniş yerinin tespiti için keşfe başladım. Her taraf yamaç ve beyaz. Helikopterin inebileceği düz bir satıh arıyor gözlerim.  Aynı zamanda referans olabilecek bir ağaç veya kar tutmamış  bir kaya parçası. 5000 (1500m) feetten sonra orman kalmadı. Çıplak, beyaz bir dağ kütlesi ile karşı karşıyayız. Nihayet bir yeri gözüme kestiriyorum. Yaklaşmanın son kısmında biraz kar uçuşuyor. Vertigo(denge duygusu kaybı) olmamak için, karşımda koca bir kaya parçasını gözümden ayırmıyorum. İniş sorunsuz gerçekleşiyor. Biraz eğim var, motor çalışır vaziyette tek skid(kızak) üzerinde hafifleme durumunda 5 dk. kadar bekliyorum.  Expertiz kayakçılar kar kalınlığını ölçüp geliyorlar. Tekrar havalanıyoruz. Derin bir nefes alıyorum. Daha yukarılarda yer bakmamız istendi. Tırmanışa devam ederek Kaçkarların zirvelerinde dolaşmaya başladık. 

KAÇKARLAR 

Kafkaslar'dan gelip Karadeniz’e  paralel uzanan devasa, yüksek kayalıklar ve uçurumlar, bir yanı Anadolu’ya bakar, bir yanı Karadeniz’i kucaklar. Kartallar yüksek uçar mı buralarda. Dağcı olmadan zirvelerde helikopterle gezerken 10 bin fitlik irtifa, yüreğinin derinliklerinde bir hoşluk, hiçlik, dinginlik ve yücelik hissi uyandırır insanda. Uçarken karşıya bakmak, uzakları seyretmek, tıpkı bir muammayı çözmek gibidir. Her şey karşında bir tablo gibi durmaktadır.

İrtifa aldıkça Karadeniz’in bir baştan bir başa lacivert denizine bakarken “ Hey gidi  Karadeniz hey” diye bağırasın gelir. Aşağıda uçsuz bucaksız vadiler, yukarda masmavi bir  gökyüzü, zirvenin alt tarafına sarkmış yer yer sis ve kar bulutları. Yıl 2007, aylardan Nisan, hala örtülüdür bembeyaz karlar, eteklerine kadar. Etrafta Bayburt-Gümüşhane-Trabzon-Rize var.

Yukarılara çıkınca Kul Nesimi’nin sözleri gelir  aklıma,
"Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi,
Gah inerim yeryüzüne seyreder alem beni."

ZİRVEYE İNİŞ

İstek üzerine, zirvelere yakın bir yerde üç bir tarafı uçurum olan, düz gibi görünen bir bölgenin keşfini yapmaya başladım. İneceğim yeri tespit ettikten sonra rüzgarı baştan alacak şekilde yaklaşma istikametini seçtim. Zirvede hava açıktı. Hemen aşağıda koyu bir bulut tabakası yamaçları kaplamıştı. İrtifamız 10200 feet (3400 metre). İnişe karar verdim. Yaklaşırken daha bir dikkat kesiliyorum. Bu irtifada karın, donmuş olacağını düşünüyorum.  Son yaklaşmada her şey yolunda, hiçbir anormallik yok. İniş yeri düz bir alan. Yere yaklaşınca helikopter pervane rüzgârının etkisiyle, yerden kalkan bir buz parçasının pervaneye hasar verdiğini ses değişiminden anladık. Yere indiğimizde pervane hasar görmüştü. 

İNİŞTEN SONRA

Helikopterden hepimiz sağ salim çıkmıştık. Asıl mücadele bundan sonra başlayacaktı. 10200 feette (3400 metre) karla, soğukla, tipi ile mücadele. (Bir fikir vermesi açısından Uludağ zirveden yaklaşık 700 metre daha yukarıdaydık.)
 
Helikopterden çıkar çıkmaz gayri ihtiyari elim cep telefonuna gitti. Fakat ne bir ses ne bir seda. Kapsama alanı dışındaydık. 6 kişi her tarafı uçurum olan karla örtülü tepede bir o yana,  bir bu yana koştuk. En az 100 metre uçurum her taraf. İnmek imkânsız gibi. Haritaları açarak mevkimizi tayin edip ilgili yerlere bildireceğiz. Uydu telefonu ile irtibat kurmaya başladık. Rüzgardan dolayı haritaları zorlukla açabiliyoruz. Sert rüzgârı başlangıçta hissetmemiştim. Olayın sıcaklığı geçince kulaklarımı ve burnumu bıçak gibi kesen ve uğuldayan rüzgârı hissetmeye başladım. Hayatta kalma (hayat-ı idame) ile ilgili bilgilerim olsa da karlı bölgelerde hayatta kalma nasıl olacak? Bunun için koca bir sırt çantası malzeme ve  sağlam bir giyim kuşam gerekli. Rüzgârın şiddetinin artması ile donmayı kolaylaştıracağını düşünüyorum. Bu arada soğuk rüzgârdan korunmak için Fransızların çantasındaki jelatin kâğıtları bedenimize sarıyoruz. 
Rüzgâr soğutma faktörü ve ortam ısısı göz önüne alındığında soğuğun üzerimizdeki etkisi -20 dereceleri buluyordu.

Üzerimde mont, kazak, mevsimlik ayakkabı ve mevsimlik pantolon var. Doğa her zaman canlıları kucaklar, hazırdır içine almaya, ama biz hazır değildik. Bir uyumsuzluk söz konusu. Kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz kalmıştım.
 

YARDIM ÇAĞRILARI

Geceye kalmadan aşağıya inmemiz gerektiğinin bilincindeydik. Saatler 11:00 cıvarı. Uydu telefon irtibatımız başlangıçta vardı. Yerimizi  tarif etmeye çalıştık.  Havadan yardım istedik. Yardım gelmedi, gelemedi. Yaşadığımız koşullar ilgililer tarafından tam anlaşılamadı. Havadan arama kurtarma başlatılamadı. Oysa bizim için saniyeler, dakikalar, saatler önemliydi. Uzun yıllar Güneydoğu Dağları'nda askerin, polisin, köylünün yardımını koşan ben, yardımsız kalmıştım. Biz bize kalmıştık. tipik bir anlaşılamama, yardımlaşamama,  koordinasyonsuzluk durumu içindeydik. Bir süre sonra da telsiz temasımız kaybolacaktı.

AŞAĞIYA NASIL İNECEĞİZ

Dağcıların amacı zirveye ulaşmak ve oraya bayrak dikmektir. Bizim amacımız dağın zirvesinde bulunmanın sarhoşluğunu yaşayamadan aşağıya inmek. Sonuçta kazazede idik, dağcı değil. Üstelik dağcıların bir rotası hep vardır. Bizim ise çıkış rotamız yok ki, iniş rotamız olsun. Sanki gökten zembille inmiştik dağın zirvesine. O anlar, zirvede olmanın yüceliğini yaşamadan geçen tedirgin dakikalar, yüzlerde endişe ve korku. Tek bir soru vardı “aşağıya nasıl ineceğiz” . İliklerime kadar işleyen sert rüzgâr, ölümün soğuk yüzünü gösteriyordu sanki. Umutsuz bekleyemezdik. Yenilgiyi savaşmaksızın kabul edemezdik. Endişe ve korku varsa akıl dimağdan çıkmış demektir. Arkasından gelen panik duygusu yok oluştur. O anda bu duygulara esir ve hapsolmamak inancındaydım. Gerçeğin çıplak yüzüne, korkuya ve aşırı heyecana kapılmadan bakabilecek miydim? Önümüzdeki kar kütlesini ve aşağıdaki bulut tabakasını aşmak zorundaydık. O anda hayatın tek bir gerçeği var. Ölümden kurtulmak mı ölüme gitmek mi? Her ne kadar ölüm düşüncesi ürkütse bile hayatta kalmak ve eve sağ salim dönmek için sonuna kadar mücadele etmek azmindeyim.

Bir zamanlar dağlarda yüksek gerilim hatlarına takılmaktan son anda kurtulmuş, tipinin içinde helikopterle yönünü bulmaya çalışmış, yüksek irtifalara inerken güç düşüklüğü yaşamış, mermilere hedef olmuş, birçok badireler atlatmış idim. İşimizin doğası gereği bu tür riskleri hep bekliyorduk. Fakat bu yaşadığımız bambaşka bir tecrübe idi.

KAÇKARLARDA İLK UÇUŞ

İlk kez geldiğim Kaçkarlar irtifa olarak şüphesiz Ağrı Dağı değil, Everest değil. Kaçkarlar da profesyonel dağcılar için yüksek sayılmazdı eminim. Ama eğer ki doğaya uyumlu değilsen hazırlıklı değilsen yani yüzme bilmiyorsan bir kaşık suda boğulursun misali. Doğa hazırlıksız yakaladı mı affetmez. Hazırlıklı ve eğitimli dağcılar için 8600 metrelik Everest bile korkutucu olmayabilir. 

ÖLÜM DÜŞÜNCESİ

Hazırlıksız ve beklemediğim bir şekilde, mücadelenin içinde buldum kendimi. Ölüm düşüncesini soğumuş ellerimde, kızarmış yanaklarımda, burnumda, kulaklarımda acı ve keder içinde hissediyorum. İnsan kaç hayat çıkarır yaşamından. Bir hayat daha çıkaracak mıydım? Zor koşullarda hayatta kalmayı başarabilen insanlardan olabilecek miydim acaba? Koşullar aşırı derecede sertleştiğinde içimizdeki bu doğal güdüyü açığa çıkarabilen en sıradan bireyler bile inanılmaz zorluklara rağmen hayatta kalmayı başarabilmişlerdi. Onlardan olabilecek miydim? Endişe ve korku vardı elbette. Korkuyu ve heyecanımı kontrol edebilecek miydim?

KAPIDAN KIZAK YAPMAK

Her tarafı uçurum olan, kartal  yuvası gibi tepeden aşağıya inmenin çarelerini ararken, bir fikir ortaya atıldı. Helikopterin yan kapısını sökmek ve onun yardımı ile kayarak belirli bir yere kadar inmek. Nitekim, yardımcım hem teknisyen hem de pilot olan Okan’ın gayretleri ile yan kapı söküldü. Kapının üç bir tarafına, kayak takımlarını bağladığımız ipler bağlandı. 3 kişi oturduk üzerine ve kayakçılar 3 bir tarafta kayakları üzerinde ayakta, ipler ellerinde bizi yavaş yavaş aşağıya doğru salmaya başladılar dik yamaçtan. Helikoptere son defa baktım. Ayrılıyorduk artık sevgili kuşumuzdan. Aşağıda küçük donmuş bir gölet var. Göletin kenarına kadar kapı üzerinde oturarak yaklaşık 100 metre kayarak geldik.

Adrenalini yüksek bir insan değildim, dağ sporu da yapmadım. Kendi fiziksel ve psikolojik sınırlarım nerde başlar, nerde biter tam olarak bilmiyordum. İlk çocukluktan itibaren Ödemiş’te ilkbaharda erik ağaçlarının, yazın incir ağaçlarının, sonbaharda çıtlık ağaçlarının tepelerinde dolaşır. Kaçan plastik topların peşlerinde arsa duvarlarından atlayıp zıplar. Futbol sahasının duvarlarına tırmanır, tel örgülerde pantolonumu yırtar, çocuk bahçesinde tarzan demirinde bir maymun gibi sekerdim. 
Çelimsiz bir yapım vardı fakat kendimi tıpkı çocukluğumdaki gibi çevik hissediyordum. Sözün özü Ali-nazik kebabı da değildim hani.

KAYAKÇININ SIRTINDA YOLCULUK

Kapıdan yaptığımız kızakla işimiz bitti. Buradan itibaren yürümekte imkânsız. Kar çok yoğun ve  her adımda batıyoruz. 3 Fransız’ın kayağı var, 3 kişinin kayağı yoktu. Fransız kayakçılar kilo durumuna göre bir paylaşım yaparak 
-sırtımıza bineceksiniz dediler. 

İlk iki kayakçı sırtlarında Okan ve Metin ile art arda çıktılar. Sanki kış olimpiyatları. En son sırada sırtına bindiğim Fransız kayakçı;
- Hazır mısın. dedi

Evet hazırdım. Kene gibi yapıştım sırtına Fransız’ın. Başladık kaymaya. Arazinin durumuna göre, arada bir slalom yapıyor. Para versen böyle bir adrenalin ve zevki yaşayamazsın diyeceğim ama can korkusu var bir taraftan da. Bu arada geri kaykılıyorum, düşecek gibi oluyoruz, dengemiz bozuluyor. Zorlukla hep beraber aşağı doğru uzanan beyaz bir boşluk ve kar kütlesi üzerinde  500 metre kadar kayıyoruz. Artık bulut ve sis tabakasının dağla birleştiği  yere kadar gelmiştik. Bundan sonra kayakçıların sırtında değil yürüyerek ilerleyecektik. 

YER BEYAZ GÖK BEYAZ

Kış mevsimin o sis ve bulut tabakasının içine giriyoruz. Mavi gökyüzü, güzel güneş birden kayboldu. Her taraf soluk  beyaz griye çalan bir sinema perdesi gibiydi.  Beyaz bir dünyanın içindeyiz şimdi. Yer beyaz, gök beyaz, sonsuz bir beyazlık içindeyim. Işıktan kamaşan gözlerimi iyice kısıyorum. Sanki gözleri bağlı körebe oyunu gibi, el ve ayak yordamıyla ilerliyoruz. Sadece o anki engeli aşmak o olumsuz koşullardan kurtulmaktı amacımız. Bir sonraki koşulda neyle karşılaşacağımız belirsizdi. Acaba yüzlerce metre bir uçurumdan aşağıya mı düşecektik, yoksa derin bir yarıktan içeri mi. Su sesleri geliyor aşağıdan dere arıyor gözlerim. Serap mı görüyorum diyorum. Biraz daha kulak veriyorum seslere derinlerden geliyor. Derenin üzerinden geçiyoruz sanki. Ya da nisanla  beraber karlar eriyor ve altımızı oyuyor sular diye düşünüyorum. Korku, kaygı ve cesaretin  birbirine karıştığı bambaşka duygular içindeyim. Çok yavaş ilerliyoruz. Bazı yerlerde karlar yoğun ve çok yumuşak her adımımızda kasığıma kadar batıyorum. Bacaklarım dermansız, sendeleyip dengemi kaybediyorum zaman zaman. 

SARIKAMIŞ BÖYLE MİYDİ?

Kar tipisinin başlaması ile göz gözü görmediği anları yaşıyorum. Can havli ile kasıklarıma kadar gömüldüğüm karların içinden debelene debelene, düşe kalka ilerlemeye çalışıyorum. Sarıkamış’ ta soğuktan yitirdiğimiz on binler geldi aklıma. Onlar da benim gibi hazır değillerdi kış koşullarına diye düşünüyorum. Kulaklarım, burnum hissizleşen parmaklarım, neredeyim ben nasıl düştüm bu gayya kuyusuna. Daha dün herkes gibi bir insandım.

YA YETİŞEMEZSEM!

Üç kişi yürüyorduk. Bazen aramızdaki mesafe 50 metreye çıkıyor, gruptan ayrılmama duygusu içinde, panik halinde, daha hızlı yürüme isteği daha çok batmaya yol açıyor kasıklarımıza kadar gömülüp çıkmaya çalışıyorum. Çıkamadığım zaman da
-Okan diye sesleniyorum  
Okan geliyor zorlukla, elini uzatıyor bütün gücümü toplayarak battığım yerden çıkıyorum. Biraz sonra Okan batıyor, ben çekiyorum onu. Bazen ben geride kalıyorum bazen Okan ve Metin.  Arkaya dönüp bakıyoruz kolluyoruz birbirimizi. Gücümün tükendiğini hissediyorum. Yavaşlıyorum. Biraz mesafeler açılınca, tipi yoğunlaşınca bir ara grupla irtibatı kaybettim. Her adımımda istisnasız dizlerimle kasıklarım arasında karın içine giriyorum. Yalnızım ve can havliyle ilerlemeye çalışıyorum. Bazı anlarda soğukkanlılığımı kaybediyorum. Panik ve endişe ile 
-ya yetişemezsem diyorum. 
Her geçen dakika ölüm düşüncesini, soğumuş ellerimde, kızarmış yanaklarımda, burnumda, kulaklarımda, acı ve keder içinde hissediyorum. Hayatımın en zorlu dayanıklılık sınavından geçtiğimi düşünüyorum.

BİR MUCİZE GEREK

Uzaktan bakıyorum kendime, bulutların içinde sonsuzluğa doğru ilerliyorum. Bir mucize gerek kurtuluş için. Ya da artık hiçbir umut olmadığını kabul edip teslim olacağım ana doğru gideceğim. İnce pantolon ve mevsimlik ayakkabı ve içindeki çoraplar sular seller gibi oldu. Kaç saattir boğuşuyorum karla. Ailem nerde şimdi? Televizyonlar alt yazı geçiyor mu? Çocuklar okulda mı? Eşimin haberi var mı? Hiç bir şey düşünemiyorum. Hayat bir yolculuksa, hangi yolculuğun, hangi anındayım. Yoksa son anında mıyım? Önümdeki kar yığınları arasında ilerlemeye çalışıyorum. Gri rengin bütün koyu ve açık tonları var sadece. Aç mıyım, susadım mı şu an saat kaç aklıma gelmiyor. Tek düşüncem sadece ilerlemek, her çukurdan sonra bir adım daha ilerlemek, nereye olduğunu bilmeden. Soluk soluğa kalmış atlar gibi oradan oraya savruluyorum. 

ZAMANLA YARIŞMAK

Bu lokal bulutlar kendi mikro iklimini yaratır meteoroloji ilmine göre,  her taraf günlük güneşlik iken o bölgede kar yağabilir. Tipi devam ediyor rüzgârla beraber. Gözlüğüm nerde bilmiyorum. Gözlerimi kısık, beyaz bir dünyanın içinde ilerlemeye çalışıyorum. Rüzgâr ve tipiden kaybolmuş gibiyiz. Pek konuşmuyoruz aramızda. Kendimle konuşmalar yapıyorum, iç hesaplaşma diyelim buna . Bir idam mahkumunun son günü değil,  son saatleri sanki. Sadece ayak seslerimiz var. Kar bazen usul usul sessizce yağıyor. İrtifa, mesafe, zaman kavramları tamamen koptu. Kapana kısılmış gibiyiz. Ya çığ düşerse diyorum kendi kendime, ölüm gelecekse nasılsa gelecek işte. Kaç saattir debeleniyoruz hiç bilmiyorum. Ne bir çadır, ne bir malzeme var. Geceye kalmamalı, hızlı olmalıydık. Zamanla yarışıyorduk amansızca.

Dağcıların bu durumlarda kar mağarası kazıp  geceyi orada geçirdiklerini biliyorum.  O anda bütün bunlar bir hayal. Islanmış elbiselerle hayatta kalmanın mümkünü yok. Bir an önce aşağıya inmeliydik. Yürüyüş bitmiyordu. Bu yürüyüşün nereye çıkacağı da belli değildi. Bata çıka ne kadar yürüyebilirdik. Üstelik sırılsıklam bir vücut. Tepeden aşağıya arazinin eğimine göre, aşağı doğru inerken İlgililerle son telsiz konuşmasında yanlış yere doğru gidiyor ve önümüzde uçurum olabileceğini söylediler, başka istikamete yöneldik ve o andan itibaren telsiz de bir daha da çalışmadı. 
 
FRANSIZ KAYAKÇILAR

Fransız kayakçılara gelince, yol boyu konaklamalarda ve Uzungöl’de dost olduk.  Ekip olarak hareket tarzlarını tartıştık, konuştuk. Kazadan sonra başlangıçta bizi sırtlarında taşıdılar. Sonra biz yürüdük, onlar bize kayak takımları ile eşlik etti. Etrafımızda gurk tavuklar gibi bizi çembere aldılar. Arada bir keşif için uzaklaşıyorlar, tekrar yanımıza geliyorlardı. Bu da bize güven veriyordu. Fransa’da çalışan Metin;
- Asla bizi bırakmazlar dedi. 

Onların bizim kurtuluşumuz için yaptıklarına hayran kaldım. 

VAHŞİ DOĞA

Vahşi doğa dedikleri bu olsa gerek diye düşündüm. Ama doğa bize ne olduğu ile ilgileniyor muydu acaba? Yoksa hiç ilgilenmiyor muydu? Birkaç haftaya kadar karlar eriyecek sonra “dağlarına bahar gelmiş memleketim” olacak buralar. Ama şu anda hayatta kalma mücadelesi veriyoruz heyhat. Başka zaman olsaydı karlar eriseydi dağ çiçekleri açsaydı derelerin içinden geçerek soğuk sularından içseydim diye düşünüyorum.

Bir türkü geldi geldi aklıma sözleri çok dokunaklı ;
      
          ölüm göğün yüzünde
          ölüm yerin dibinde
          ölüm soluk alışında
          ölüm başucunda

Burnumun dibindeydi ölüm. Sonra da nereye gideceğini bilmeden bir küfür salladım. Belki kendime, belki de kadere.

Yürümek için takatim kalmamıştı. Oturdum karların üzerine film şeridi gibi geçti gözümün önünden yıllar. Ödemiş’ te geçirdiğim, çocukluk,  ilk gençlik yıllarıma ve ailemle, eşim ve çocuklarımla yaşadığım güzel günlere bakıyorum. Geride kalmış güzel günler, tıpkı eski bir fotoğrafa bakar gibi Işıklar, Harbiyeli günler o günlerle birlikte, gözlerimin önünden bir sinema şeridi gibi geçen sokaklar, köyler, şehirler ve kışlalar. Kaçkarlarda savrulan bir yaprak gibiydim. Hayata dair bütün hayallerin bittiği  andaydım. Bu düşünceler içinde geçen bir kaç dakikanın ardından ölüme hazırlık yapmam gerekiyordu artık. 

Cemal Süreya‘nın üstü kalsın şiirini düşündüm bir an;
 

ÜSTÜ KALSIN

Ölüyorum Tanrım
Bu da oldu işte.
 
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
 
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir...
 
Üstü kalsın...
 
Üstü kalsın mıydı gerçekten, yoksa daha erken miydi? 

YAŞAMA ARZUSU

Hayır artık devam edemeyecektim. Yorgunluk ve tükenmişlik duygusu ile hayal kırıklığı, acı, umutsuzluk, çaresizlik içinde gözlerimden birkaç damla yaşın, süzülemeden donduğu  esnada, kendimi yaradana teslim etmeye hazır olduğumu düşündüm.  Böylece umutsuz ve çaresizlik girdabında ilerlemeye çalışırken yere çöktüm. Ve ellerimi göğe kaldırdım sisin dumanın arasından seslendim. “Ey Tanrım yanına gelmeye hazırım”. Sükûnetle ve olgunlukla yaşamın içinde her şeyin insanlar için olduğuna inanmanın verdiği rahatlıkla. İçinde bulunduğum durum ve zamanının anlarını sorguluyorum. Bu da yaşanacakmış diyorum.”
Sonra içimden bir ses, “Buraya kadar gelişin 7 saatlik ( 4,5 km’lik  bir uzun yürüyüş)  büyük bir mücadele ile oldu, bu kararlılık ve azim kırılmamalı, sonuna kadar yaşama arzusunu devam ettirmelisin” diyordu. Çünkü bu ana kadar bizi ayakta tutan şey, sağ kalma içgüdüsü, güçlü bir yaşama arzusuydu. Bu güdü kaybolduğu anda sonuç belliydi.  İçimdeki ben “kendini bırakma” diyordu. 
“Ha gayret” dedim kendi kendime gruba yetişmek için hızlandım, battım çıktım. 

MUCİZE GERÇEKLEŞTİ

Sonra bir mucize oldu. Uzaklardan Fransız kayakçının sesi geldi. Fransız kayakçının Fransız kaldığım bir seslenişi. 

- Ne diyor?
Dedim Fransızca bilen Metin’e

- Ev görmüşler dedi.

O anda kendimi karların üzerine bıraktım. 
- Kurtulduk kurtulduk  diye bağırdım.

Gözlerim tekrar yaşardı. Sesin geldiği yöne doğru epey yürüdük. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Ayak parmaklarımı hissetmiyorum. Biz varmadan  kapıları açmaya çalışmışlar. Lakin kapılar açılmıyor. Nafile hepsi sıkı bir şekilde kilitli. Yazın kullanılan 8-10 yayla evi. Tükenmiş bedenlerimizle, dışarda kapı açılmasını bekliyoruz. Ne kadar dışarda bekliyoruz bilmiyorum ama geçen her dakika bir ömür gibi sanki. Soğuk ve üzerimiz yaş. Hareketsizlik soğuğu daha da dayanılmaz kılıyor. Ayakkabıyı çıkarıyorum. Karda yalınayak çorapların suyunu sıkıyorum, tekrar giyiyorum.  Parmaklarımın uyuştuğunu sanıyorum, ayağım bir külçeden farksız. Nihayet küçük bir evin kapısı kırılarak açılıyor. İçeri girdiğimizde sandıklardaki elbiseleri talan ediyoruz, çocuk kıyafetleri var çoğunlukla. Sobayı yakmaya çalışıyor kayakçılar. Zorlukla bir şeyler buldum giyecek. Hala üşüyorum ve ayak parmaklarımı hissetmiyorum. Titreme nöbeti geçiriyorum. Parmaklarımdaki sızlamalar hemen geçecek gibi de değil. Fransız kayakçının şu sözlerini hiç unutmadım. “ Eğer bu geceyi dışarda geçirseydik, siz üçünüz ölmüştünüz” 

KURTARMA EKİBİ GELİYOR

Sanırım bir saat geçtikten sonra dışardan sesler geliyor. Meğerse karadan arama kurtarma ekipleri çıkmış. Akşam saati bizi buluyor köylüler ve jandarma. Geceyi bu evde geçirmek için yaptığımız tartışmalardan sonra aşağıya yürüyüş için ikna edildik. Yaklaşık bir saatlik gece yürüyüşü ile diz boyu karlara bata çıka, köylüler  eşliğinde kara yoluna kadar iniyoruz. Jandarma araçları  ile Uzungöl’e ulaşıyoruz. Bir basın ordusu bizi karşılıyor. Onları atlattıktan sonra,  gece 01:00 cıvarı otelimizde yaşadığımız şokun etkisi altında istirahate çekiliyoruz. 

Lama ı Govinda “ Beyaz Bulutların Yolu” adlı kitabında dağlar dan bahseder. Bir dağın büyüklüğünü görmek için ona uzaktan bakmanız gerekir, şeklini anlamak için etrafını dolaşmanız gerekir, karakterin tanımak için onu güneş doğarken ve batarken , öğle vakti ve gece yarısı, güneşli bir havada, yağmurda, karda ve fırtınada, yazın ,kışın ve diğer mevsimlerde görmeniz gerekir.”

Bir günde bunların hepsini, ilave olarak ölümün soğuk yüzünüde görmüştük.

Tarihte beklenmedik koşullarda zor şartlarda hayatta kalmayı başaran kararlı insanlar vardır. İşte onlardan olmuştuk. Koşullar aşırı derecede sertleşmesine rağmen içimizdeki bu yaşama içgüdüsünü açığa çıkarmış, inanılmaz zorluklara rağmen sağ kalmayı başarabilmiştik. Başımıza gelenlerle ilgili olasılıklar zincirinden birçok olasılık içinde kader bize gülmüştü. 

Bu olaydan 5 gün sonra kaza yerine heyet götüren helikopter pilotu Şefik kaptanım ve Okan, bölgede karlar üzerinde dolaşan kurt sürülerinden bahsedince, iyi bari yürürken aklıma ve başıma gelmedi bir o eksikti diye düşündüm. Kurtlarla dans mı edecektik, yoksa kurtlar sofrasında meze mi olacaktık kim bilir. Helikopter daha sonra başka bir helikopter tarafından alınıp bakım merkezine götürüldü. Bakım ve onarımdan sonra  Yeni Zelanda semalarında uçmak üzere gönderildiğini duydum. Tekrar uçacak olmasından çok mutlu oldum.  Çünkü helikopter bizim için atımız, arabamız, çocuğumuz gibidir.

Öyle bir tecrübe yaşamıştık ki hayatta kalma olasılığımızın hemen hemen hiç olmadığı bir olaydan yeni bir yaşam çıkartmıştık.  O dağda olup bitenlerin, tüyler ürpertici gerçek öyküsünün üzerimde yarattığı etki, zirveden aşağıya indikten, olayın sıcaklığı geçtikten sonra daha da arttı. Uzun süre etkisinden kurtulamadım. Parmaklarımdaki uyuşmanın geçmesi biraz zaman aldı. Yaradanın bizleri ailemize ve dostlarımıza bağışladığını düşünürüm hep.

 
Ne gördüm?;

      Yaşam ile ölüm arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu gördüm.
      Hayatın gerçeğini ve gerçeğin çok acı olabileceğini gördüm.
      Başımıza ne geldiği değil,  o durumda ne yaptığımızın daha önemli olduğunu gördüm.
      Bazen biraz korkunun, kendine aşırı güvenden, daha iyi olacağını tekrar gördüm.
      İyi bir ekip olmanın ve güvenin, çok şey demek olduğunu gördüm.
      Hayatımıza dair pek çok  detayı  görebilmemiz için, ara sıra dünyaya kuşbakışı bakmak veya baktığımız yeri değiştirmenin önemli olduğunu gördüm.
     Tabiatın  güneşli bir günde, tadına doyulmaz güzellikte olsa da, koşullar değiştiğinde, cehenneme dönüşebileceğini gördüm.

Bu satırlar bir yaşam deneyimin hatırda kalan tortularıdır. Bir kez daha aynı koşullardan sağ çıkmak bana göre imkânsız olurdu. Sizlerin zihninde nasıl bir izlenim yarattı bilmiyorum ama yaşadıklarım bir heyecan ve macera filmi gibiydi.

Yaşadıklarımız National Geographic teki kurtuluş hikâyeleri benzeriydi adeta; kurtarıcısı olmadan kurtulanların hikâyesi.


Bir şiir yazmıştım bu yazının üstüne: 

ÖDEMİŞ’Lİ BİR ÇOCUK

İsim, hayvan, bitki ve şehirlerde kaybolan çocuk.
Pal sokağında değil 
Ödemiş sokaklarında büyüyen çocuk.
Şeytan uçurtmalarının peşinde koşturan
Faytonların ardında kırbaçlanan çocuk.
Orta okulun orta atlasında 
dünyayı gezen
Peru’nun başkentine şöyle bir uğrayıp
Amazon’da yüzen
Everest’e tırmanıp
Mercan kayalıklarından atlamak için yanıp tutuşan çocuk.
Yaşamak için çıktığın bu yolda
Sordun mu hiç kendine
Hangi rüzgarlarda savrulup
Hangi kar, boran da kaybolacaksın.
Yitip gitmeden koca bir ömür
Hangi hülyalara dalacaksın.
Hayat denen bu mecrada
Kaç ömür yaşayacaksın.

ALİ SEYMEN
aliseymen81@yahoo.com

ALİ SEYMEN

aliseymen81@yahoo.com
TESUD Bakırköy
05.01.2025

Web sitemizdeki yazılar, yazarlarının kişisel görüş ve düşünceleri olup TESUD ve Şubelerinin görüşlerini yansıtmaz.